Bilesin ki içimden gelen bu yazmak isteği, seni tanımak veya tanıtmak arzusundan değil, sana olan özlemimin yoğunlaşmasından kaynaklanıyor. Hani bir söz vardır: “Dağlar, insanlık tarihinde birçok medeniyete ve yüz akı fikre ‘rahim’ görevi görmüş mekânlardır.” Bu “ana karnı” gibi olan mekânlar insanların özündeki sevgiye, barışa, huzura, kardeşlik bağına bir tutkudur. Bu tutkuyla büyümek, bunları beklemek; her bahar toprağı parçalayan çiçekleri gözlemek gibi bir şey! Bundan ötürü ki büyüdüğüm coğrafyayı düşlediğim zaman, çocuk yanımı senin eteklerinde arıyorum… Sen ki o yüce başın karlı iken eteğinde bahar açtın. Nice kervanlara, konuklara ev sahipliği yaptın. Ses verince ses alırdık, zirvene çarpan avazımızdan… Kara çadır, ak çadır halaya durmuş gibi sıralanırdı yamaçlarında…
Sevgili Ağrı Dağı, senin var oluşun hakkında türlü türlü efsaneler dinledim. Bir efsaneye göre derler ki: “Köyün birinde iki yaşlı bacı vardır, büyük bacı ekmek pişirmek için tandır yakar. Küçük bacı: “Abla unum yok bana da birkaç ekmek göndersen” der. Büyük bacı: “Odunum, tezeğim kalmadı bu yüzden tandır yakamadım” diyerek onu geri çevirir. Ablasının yalanını anlayan küçük bacı açar ağzını: “Tandır içinde tutuşsun, alevlerin görünmesin, dumanı başının sargısı, kardan buzdan evin olsun” diye beddua eder. Büyük bacı duru mu hiç, o da: “Senin de saç tellerinden kurtlar, kuşlar eksik olmasın, yılanlar çayanlar karnında yuvalansın” der. Kara bir bulut çöker ovaya, geçimsiz iki bacı dağ olur. Büyük ağrı volkanik dağ olmasına rağmen üstünde hep duman, başında hep buzul olur… Küçük kardeş de nasibini alır bu bedduadan. Göğsü o iklime alışık yüzlerce çeşit yabani hayvanın ana karnı gibidir… Hani tandırı tutuştururken (küfle) dumanın rahat çıkması için bacasına iki ağaç veya tezekten baş başa verilen destek konur, tandıra ateş verilince bu desteklerin ikisi de yanar; biri yanıp biri durmaz… Siz iki bacının geçimsizliğinin acısını bizler nasihat derinliğinde böyle duyduk.
Senin obanla ilk tanıştığımda aklımda kalanlardan biri oba beyinin eşinin sözleridir: “Çocuklar farklı dili konuşan bir yoldaş topluluğunuz olacak bu yayla dönemi içinde, ama bir birinize gözünüzle bile yalan söylemeyin, aldatmayın” diyerek iki dağ arasındaki o görkemli fotoğrafı göstermişti. Anlattığı efsaneye göre iki dağ arasında bir çoban tipiye yakalanır: “Tanrım bu zorlu yolu aşayım sana bir deve kurban keseceğim” der. Küçük Kardeş Ağrı Dağına yaklaştıklarında tipi durur, güneş yüzünü gösterir ve çoban gömleğinden bir bit çıkarıp iki tırnak arasında ezer:“İşte Tanrım kurbanımı kestim” der ve yalan konuşmanın bedeli, orada taş kesilir… Büyük ve Küçük Ağrı arasındaki kayalara baktığımızda, kepeneğe sarılı çoban ve deve şeklindeki altı tümsek bu efsaneyi doğrular bir görünümdeydi… Bu anlatı içimize güzel geçinmeme korkusu salmıştı ve gerçekten de birbirimize gözlerimizle bile yalan söylemedik. O çocuk günlerimizin doğru paylaşımlarıyla başlayan dostluk, bu kara günler içinde bile bir dağ sağlamlığında dostluğunu koruyor. İşte senin eteklerinde güven duygusu bizlere böyle yansıdı…
İşte bugünlerde seni sadece uzaktan görüyoruz ki, bu da senin itildiğin yalnızlık, bizlerin azalması demektir. Bir şeyi tek kabullenmek bir çeşit aşka benzer ya, bendeki de böyle bir aşk, uzakları kabullenmek… Tut ki eskiden olduğu gibi yine senin obandayım, yine senin sinende gizdenparç (saklambaç) oynuyorum. O heybetli başından eriyen kar sularıyla testimi dolduruyorum ve küçük kardeşin Ağrıyla aranda patlayan öfkenin bir kaval sesi olup kayalara çarpan o yanık melodisini dinliyorum. Eskimeyen bu anıları düşündükçe senin obandaki coşkun sesler bende hâlâ diri. Oysa son yıllarda seni tenhalığa bıraktık mı desem, yoksa bırakıldık mı desem? Bu gerçekler içimi acıtıyor. Bazı geceler yastıklarla paylaştığım bu yanık kokan anılar senin hakkında edindiğim bilgileri seriyor gözlerimin önüne… Nuh tufanından tut da, Sürmene çukurundaki hanlıklara, uzun göçlere nelere şahitlik etmedin ki!...
Yaşar Kemal’in “Ağrı Dağı Efsanesi” romanında sende geçen söylencelerin kalıcılığı gelecek kuşaklara miras... O romandaki Ahmet ile Gülbahar aşkı gibi daha nice aşk efsaneleri anlatılırdı. Bundan ötürü ki her yaylacının bildiği bir söz: “İki dağ arsına çadır kurun ama iki gönül arasına girmeyin” der. Biz çocuklar da ne zaman balçıktan bebekler yapsak, aralarına kırmızı bir gül koyardık. İşte son günlerdeki bu ıssızlaşman sanki iki gönül arasına eller karıştı hissi veriyor. Üç ülkeden süzülen gün ışığı ilk senin zirvene düşer. Baharı ve kışı bağrında uyandırırsın. Yine her bahar, “Ahmet ile Gülbahar aşkı” açar çiçeklerin. Kerem ile Aslı’nın sihirli gömlek düğmesini senin bağrında çözmeye çalışırken kül oldukları söylenilir rivayetlerde. Bütün bunlar senin yaşam zenginliğini gösteriyor.
Evet Ağrı Dağı, “Tarih yazılmaz kendini yazdırır” derler. Sen de bir dönem acı bir sayfa açtın. Toprağın burkuldu, suskunluğunu büyüten eteklerinde alpinler üşüyor; kaval sesi de kesildi, yamacında göğü gösteren göl hüzünleri büyütüyor. O senin infilak ettiğin yıllarda sekiz kilometre öteye saçtığın lavdan oluşan kırmızı tepenin yerinde yeller esiyor; insanlarımız o güzelim lav parçalarını iş yerlerinin etrafına dekor ettiler. Hal böyle olunca da senin kızgın kayalarından eriyen kum gibi, eriyip koynuma doluyorum. İşte bu uzaklık biraz da ölüm gibidir. Son günlerde bu azalmalar acının boy aynasıdır yörede. Ama ne denli suskunlaşsan da, zirvendeki kayadan kartal resmi senin asaletine sembol…
Bilesin Ağrı Dağı, beklemek de bir sevinçtir. Bir barış süreci yaşadığımız bu günlerde, obandaki o seslerin yeniden canlanacağı umudumuzun güvene dönüşmesini bekliyoruz… Yeni günlerde, eskiden olduğu gibi, geçimsiz iki bacının gölgesini çiğneyecek çocuklar.
İşte Ağrı Dağı, “Duygular dalga gibidir; gelmesini engelleyemezsin ama hangisine kapılacağını sen seçersim” diye güzel bir söz vardır. Dedim ya! Çocukluğum senin eteklerinde geçti; ben galiba hep özlemleri, uzaktan sevmeleri seçtim suskunluğumda. Yaşam çok şeyi değiştirdi. Ama bir umut, zirvende gün ışığı karanlığı yırtacak… Sana derinden bir merhaba diyesim çoktan geldi. Adını her anışımda rüyalarıma “AĞRI” giriyor.
Fatma Aras/2013 “ağrılı beklemeler” kitabımdan.