GÜRÜLTÜLÜ SESSİZLİK
Çığlığa benzer bir ses duyarak başını çevirdi. Gördüğü manzara karşısında dili tutuldu, binanın dış duvarları parçalanıp aşağıya dökülüyordu. Zemin ve kolonlarda hasar yoktu; ancak bir anda dört duvarın mahremiyetinden ve güvenliğinden mahrum kalmıştı. Binanın kalan kısmı da yerle bir olmak üzereydi. Etrafına bakındı, kaçabileceği ya da saklanabileceği her hangi bir yer yoktu. Kendi çığlık sesiyle uyandı. Terli yüzüne yapışan saçlarını iterek derin bir nefes aldı. Gece başlayıp şiddetini arttıran fırtınanın sesiyle mi kabus görmüştü yoksa gördüğü kabus mu fırtınayı şiddetlendirmişti? Hiç kıpırdamadan odanın karanlığında tavanı izlemeye devam etti. Gözlerini kapatmaya ya da sığındığı battaniyeden ayrılmaya cesareti yoktu. Kabus gördüğünde sığındığı anne yatağı geçmişte bir yerde kaybolup gitmişti. Issızlığına içerleyerek yastıklardan birine sarıldı. Kabusunu bir rüya gibi yorumlama isteğiyle hatırlamaya çalıştı. Her şey yok oluyordu işte, yoruma ihtiyacı var mıydı? Zaten bir saat sonra işe gitmesi gerekiyordu. Duş, kahve, korku, uyku, uyanıklık... Mükemmel bir sabah! Arabasının koltuğuna geçip sevdiği bir şarkıyı açtığı ana kadar huzursuzca vakit geçirdi. Onu rahatlatan, düşüncelerini arıtan tek zevki müzik dinlemekti. Müziğin sesini biraz daha açarak gaza bastı.
*
-Günaydın Abla bu saatte ne yapıyorsun balkonda?
-Abin bütün gece uyumadı, fırtınadan rahatsız oldu her halde. Bari balkonu yıkayayım diye çıktım. Gel bir kahve içelim.
Kadın saatine bakarak;
-Çocukları servise bindirip geliyorum abla
-Kapıyı açık bırakıyorum, mutfağa geçersin.
Genç kadın açık bırakılan kapıyı yavaşça kapattı. Yılların yorgunluğuna isyan eden menteşeler, yaşlı bir kadının dizleri gibi gıcırtılı bir sesle yerlerine oturdu. Evin içine yayılan ilaç kokuları evin havasını tamamen değiştirmişti. Bu koku, genç kadının yüzünün ciddileşmesine neden oldu. Salonun açık kapısından şöyle bir başını uzatıp yatakta hareketsiz yatan altmışlı yaşlarında ki adama günaydın dedi. Adamın yüzü perdesiz pencereye dönüktü, dalgın bakışlarla dışarıyı izliyordu. Acıyla hissizleşmiş yüzünde iki ince çizgiye benzeyen dudakları belli belirsiz kıpırdadı. Kadın mutfağa yönelerek kahve hazırlamakta olan komşusuna:
- Abim yorgun görünüyor. dedi
- Birde beni bilsen!
Kahveleri tepsiye koyup salona yöneldi. Bıkkın, yorgun sesiyle bilmem kaçıncı kez aynı tirada başladı.
- Allah, ya şifasını versin ya canını alsın zor, çok zor. Ne ilaçlar fayda ediyor ne doktorlar bir şey yapabiliyor. Elim kolum bağlı. Fırtına çıkınca sabaha kadar uyumadı, atak geçirir diye korkup başında bekledim.
- Allah şifasını versin abla. Konuşulanları anlamıyor değil mi?
-Ah be kızım, çocuk gibi ne anlıyor ne tepki veriyor, öylece dışarıya bakıp duruyor. Gençliğinde de sessiz olsaydı ya, bana çok çektirdi. Allah'ın gücüne gitti demek ki elden ayaktan düşürdü. Bakmasam yeridir ama ne yapacaksın kocam işte diyerek takdir bekleyen ifadesiyle kahvelerden birini komşusuna uzattı.
Genç kadın belirgin bir dalgınlıkla uzatılan fincanı aldı. Neydi bu adamların derdi? Bu yaşında bile hala güzel olan yaşlı kadına göz ucuyla bir kez daha baktı. Merhametli, sevgi dolu biriydi. Kocasının sağlığının yerinde olduğu dönemlere ait bir tane bile güzel anısı yoktu.
Yaşlı kadın kahvesinden bir yudum alarak;
-Arabasına atlar çeker giderdi, iki üç gün ortalıkta görünmezdi, camlarda sabaha kadar beklerdim, öldü mü kaldı mı, başına bir şey mi geldi diye. Meğer bir kadına gidermiş... Ah ettim gözlerimi yollarda bıraktığın gibi gözlerin yollarda kalsın, dedim. Ahım mı tuttu bilmem, yıllardır aynı camın önünde dışarıyı izleyip duruyor.
-Yok be abla ah etmekle olsa böyle mi olurdu?
-Bilmem be yavrum. Ona mı eziyet oldu bana mı? Sevmedi ki seveyim, yanımda olmadı ki yanında kalayım. Sevmediğin biriyle yaşlanmak kolay değil. Keşke ayrılıp gitseydi.
-Bilmiyorum ki abla gücü kuvveti yerinde olunca hepsi aynı değil mi?
Bilmem ki ile başlayıp, bilmiyorum ile biten bu sohbet sürüp giderken sokaktan gelen yüksek müzik sesi yaşlı kadını çileden çıkardı. İki kadında yerinden kalkarak cama yaklaştı:
-Kim bu manyak bilmem ki sabah akşam bangır bangır müzikle geçip gidiyor. İnsanlarda saygı anlayış kalmamış. Demiyor ki insanların hastası vardır, bebeği vardır. Böyle terbiyesizlik yapılır mı?
-Ben tanıyorum abla benim çalıştığım yerde çalışıyor diyerek parmağıyla biraz öteyi gösterdi. Yazık o da yalnız yaşıyor; ne bilsin aileyi, bebeği, hastalığı, sağlığı…
Hasta adamın gözlerinde parlayan belli belirsiz ışığı fark etmeden kapıya yöneldiler. Genç kadın, işe gitmek için çıktı.
Sinir sitemi çökmüş olan adam, bedeninde sıkışıp kalan ruhunun özgür kalmasını istiyordu. Oysa onu özgür bırakmak için yapabileceği hiçbir şey yoktu. Beklemekten başka! Giden arabanın arkasından bakarken duyduğu şarkıdan kalan sözleri zihninde bir süre tekrar etti. Gerçek dünyayla tek bağı her sabah bu arabadan duyduğu şarkılardan ibaretti. Bu şarkılardan, tanımadığı bu insanın ruh halini ön görmeyi öğrenmişti. Bu sabah hüzünlü bir şarkı seçmişti. Belli ki kendisi gibi oda kötü bir gece geçirmişti. Demek komşu kadın tanıyordu keşke onun hakkında bildiği her şeyi anlatsaydı.
On yıl önce olsa elbette merak etmezdi ama şu an elinde kalan hayat, hayat bile değildi. Karısı onun zihinsel yetilerini tamamen kaybettiğini sanıyordu oysa duyuyordu anlıyordu. Kendi geçmişinin hatalarıyla böyle yüzleşmek zorunda kalmasını hatalarının büyüklüğüne yoruyordu. Kendi vicdanında bu hastalığı hak edilmiş bir ceza olarak görüyor ve kabulleniyordu. Karısının ona gösterdiği özene merhamete gözleri dolarak bakıyordu. Karısına vurmaktan asla çekinmeyen ellerini avucuna alarak özenle tırnaklarını kesmesini, karısından başka birçok kadının dokunduğu bedenini yaşatmaya çalışmasını gördükçe kendisinden nefret ediyordu. Ona bir hayat verebilirdi. Onu layıkıyla sevebilirdi. Kendine onun acıları üzerine bir yaşam inşa etmek yerine onunla mutlu olabilirdi. Keşke özür dileyebilecek kadar konuşabilseydi.
Karısının cümlesini zihninde tekrarladı: Allahım ya canımı al ya şifa ver. Ölürse karısı hiç değilse bu yaşında böyle ağır bir yükün altında ezilmekten kurtulurdu. Ya iyileşirse! Mucize; ama ya iyileşirse! İçinde doğan umuttan tiksiniyordu. Yinede bu düşünceye sığınıp hayallere dalmaktan kendini alamıyordu. Önce konuşabilecek kadar iyileşiyordu. Her hatası
için tekrar tekrar özür diliyordu. Sonra kolları ve bacakları eski gücüne kavuşuyordu. Ayağa kalkabildiğini hayal etti, tuvalete gidebildiğini. Ne geç pişen yemek için sinirleniyordu artık, ne evin dağınıklığını bahane ederek tatsızlık çıkarıyordu. Geceyi dışarıda geçirmek için çıkardığı haksız kavgalar son buluyordu. Karısının şefkatine layık bir adam oluyordu. Nasıl büyüdüğünü görmediği çocuklarıyla da arasını düzeltebilirdi belki.
Sağlıklı olduğu günlerinin tamamını kendi mutluluğu için tüketmişti. Yeniden iyileşirse karısını neredeyse hiç binmediği arabasıyla gezmeye götürecekti. Onun sevdiği şarkıların sesini sonuna kadar açarak beraber şarkı söyleyecekti. Birlikte şarkı söylemedikten sonra ne anlamı vardı birlikte yaşamanın? İlerlemiş yaşlarında ikinci bir bahardı hayal ettiği. Anlıyordu geç kalmışlık hissiyle anlıyordu. Elinde eşinin elini hissederek hayalinde yarattığı dünyadan yatalak olduğu gerçek dünyaya döndü.
*
Hızlı adımlarla otoparktan ofis binasına doğru yürüdü. Fırtına her yeri mahvetmişti. Ağaçlardan dökülen zayıf dalları ve yaprakları temizleyen personele selam vererek binaya girdi. Ofisine ulaşıncaya kadar konuşmadan, başıyla selam verip selam alarak odasına ulaştı. Dağınık masasına oturdu. İş, iş, işe odaklanmalıydı. Masasında biriken klasörlere isteksizce baktı. Hangi ihalenin dosyası, hangi projenin raporu olduğuna bakmadan hepsini üst üste yığdı. Çalışması gerekiyordu. Kendi hayatını finanse edecek kadar kazanması gerekiyordu.
Hayatın anlamını yitirdiğinden beri bir robot gibi yaşıyordu. Dışarıda akıp gitmekte olan hayatın bir parçası değildi. Sadece akışa uyum sağlayan bir yaprak gibi kıyıya vuracağı güne kadar savrulacaktı. Zaten yaşamak bu değil miydi? Ofis koltuğunu kendi ekseninde döndürerek yüzünü pencereye çevirdi. Raflarında duran onlarca plaket başarı belgesi anlamsız dekorlar gibi göz kırpıyordu. Gençti, başarılıydı, güçlüydü… Peki bunların bir anlamı var mıydı? Gözlerini kapatarak iç dünyasını izlemeyi tercih etti. Kabusun etkisinden hala çıkamamıştı. Neden duvarlar yıkılıyordu? Herkesin duvarları yıkılsa sırları ortalığa dökülüp saçılsa dünya katlanılmaz bir yer olurdu diye düşündü. Ya benim duvarlarım yıkılırsa? Ya yıkılan benim duvarlarımsa… Bilinç altında olan biten düşünceleri istekleri anlamlandırma çabası boşunaydı. Kapısı çalınınca; neyse hayrolsun diyerek kabusu bilinç altına yeniden uğurladı.
-Girin!
Kapıda beliren genç kadın ofis çalışanlarından biriydi. Zaman zaman karşılaştıkları halde doğrudan bir iletişimleri hiç olmamıştı. Koltuklardan birini göstererek:
-Buyrun oturun lütfen. Dedi.
Genç kadın mesafeden ileri gelen bir saygıyla oturdu. Üstünde gezinen bakışların; ‘Evet sebebi ziyaretiniz?’ Dediğini duyar gibi oldu. Titreyen sesiyle çekinerek ‘şey’ dedi;
-Yatalak bir komşum varda.
-…
*
Kesişen yollar gibi, bir birinden habersiz bir birini etkileyen hayatları bağlayan zayıf ezgi kopmuştu. Müzik sesi artık yoktu. Genç adam keyif aldığı son şeyden vazgeçerek, plaketi olmayan bir başarı daha kazanmıştı. Gün içinde bir kez bile gürültü olmayışı yaşlı kadını öfkeyle de olsa bağ kurduğu dış dünyadan koparmıştı. Yaşlı adam artık müzik sesini duyamaz olmuş, hayalleri yarım kalmıştı. Genç kadın böyle büyük bir sorunu çözdüğü için guruluydu. Komşularının huzuru için elinden geleni yapmıştı!
YORUMLAR